1
Tek darbeli bir hilti sesi vurdu beynime. İrkildim ama doğrulamadım. Sonra
seken bir misketi anımsatarak kanepenin altına doğru yuvarlandı ses.
Bir yumak toza denk gelmiş olacak ki duvara çarpmadan kesildi. Uyumak üzereydim.
Uzaktan buzdolabının motoru uğuldadı, iki perde arasından bir tutam ışık
düştü kilime, sabun kokusu aldım. Bacağımı kaşıdım ve battaniyeyi çeneme
kadar çektim. Duvardaki yarıklara takıldı gözlerim. Uzun süre o
yarıkları seyrettim. Bir yarık olmak nasıl hissettirir merak ettim. Bir
yarık olmamak iyi hissettirmiyordu bazen. Birden hararetlendim. Su almak için
ayaklanır gibi oldum. Yol büyüdü gözümde, vazgeçtim. Sanki zaman yada
mesafe çok umurumdaymış gibi. Saati aradı gözlerim. Sehpanın üzerinde
değildi. Televizyonun üzerinde de değildi. Sesi geliyordu ama onu
göremiyordum. Yere doğru eğildim, göz göze geldik. Tekli koltuğun altında
yan yatmış tıkırdıyordu. Arkama yaslandım. Kulağım onda gözlerim ayak parmak
uçlarımda, hareket etmeden öylece kaldım . Her tık edişinde acaba hangi
dakikanın tıkı bu diye geçirdim içimden. 6-7 gibi kokuyordu gün. Ama
zaman bu oyun oynamayı sever. O yüzden devirmişti belki de
saati tekli koltuğun altına. Tekrar bacağım kaşındı. Aşil tendonumu elimle
eşelerken sıcak geldi her şey. Elimi battaniyeye götürdüm ve
battaniyeyi az öteye ittim. Beyaz çarşafın üzerinde bir
parça kurumuş kan gördüm. Anlam veremedim, bir süre seyrettim çarşafı ardından
bildiğim bir şeyi hatırlamışçasına yine mi patladı bu göt oğlanı diye
geçirdim içimden. Moralim bozuldu. Saatlerce sıçamamaktan ve sonunda litrelerce
kan sıçmaktan nefret ediyordum. Çarşafın üzerinde biriken
kanı oradan kazımak geçti içimden. Sonra vazgeçtim. Sonra tekrar kazımak
istedim ve eşeledim çarşafı. Kan iyice kurumuştu. Daha sert eşeledim.
Yatak sallanıyordu. Ben debelendikçe ev sallanıyor ev sallandıkça
böcekler kaçışıyordu kapı pervazlarındaki deliklerine. Gözlerim baş parmağımdaki
kurumuş kana takıldı. Tırnağımın arasında kurumuş, baş parmağımdan
avuç içime doğru akmıştı ve bütün o alanda iz bırakmıştı. Derin bir
vadiye benziyordu tırnağımla parmağımın arasındaki yarık. Derin ve uzun. Peşi
sıra sızısı vurdu beynime. Migren ağrısı gibi. Vurdu kaçtı.
Tırnaklarımın köşelerine sıkışan etler günlük protein ihtiyacımı karşılamaya
yetmiyordu. İpince belimi battaniyeden kurtardım. Atletim hafiften
sıyrılmış göbeğim çıplak kalmıştı. Göbek deliğimde biriken siyah sarı pamukları yumak
hale getirip ileri savurdum. Siyah olan atletin tüylüydü belli. Ama sarı olan? Üzerine
düşünmedim. Doğrulmayı denedim. Beceremedim. Ha gayret bir hamle daha
yaptım beynim uyuştu. Kuyruk sokumuma derin bir ağrı saplandı. Sonra sol
bacağım uyuşmaya başladı. Yan döndüm. Perdenin arasından akan ışığa iliştirdim
gözlerimi. Salyangozlar canlandı beynimde. Onların toprakla beraber gelen
kokusu. Bağırmadan ölmeyi beceremeyişleri. Oğlanların üzerine işeyen
sarışın kız çocuğu… Bir süre yataktan çıkamayacağımın
farkındaydım.
***
Tavanın dört köşesi de simetriden nasibini almamış. Ne biçim bir
yer burası. Ağlar duvar köşelerinde cesetlere bulanmış. Ama hayat işte. Bir
şeyler dibinde yok olurken sen inadına var olursun. Bilmeden. En çok kendi
ağlarına takılmadan yaşamaya çalışan örümceklerin savaşını izlemeyi severim.
Oturduğum yerden seyrederim. Bazen uzandığım yerden seyrederim. Mutluysam eğer
koşarken seyrederim. Dans ederken. Ağlayamazken. Umudumun yitikken. Bir yolunu
bulur seyrederim. Kolay değil her Allahın günü tuzaklar kurmak. İçinde
çürüdüğüm bu kıç kadar odada yeri başka bende hepsinin. Yeni hayatlar
deneyimleme özgürlüğümü yaşıyorum. Bu köhne ve rutubetli oda için fazla bile.
Örümcekler.. Sayıları değişir. Ama bir süredir aynı sayıdalar. Ya her ölenin
yerine yenisi çıkıyor yumurtasından. Yada ölmeyi beceremiyorlar. Hepsi ilgimi
çekiyor ama biri daha fazla. En ufak olanı sarı bacaklı. Hepsinden daha hızlı
daha uyanık. Büyük küçük bütün böceklerle işi. Hepsini yese doymaz. Bir süre
onları seyrettim. Aralarında bir şeyler konuşup sağa sola koşuşturuyorlardı.
Hiç sarılmadılar birbirlerine. Ömürleri boyu hiç pişman olacakları şeyler yapmamışçasına
gamsız ve tüylülerdi. Renkleri siyahın sarının arasında gidip geliyordu. Hepsi
birbirini anımsatıyordu. Hepsi birbirinin hayatını yaşamış gibiydi sanki. Ama
ben öyle olmadığını biliyordum. En azından sarı bacaklı olan farklıydı. Farklı
olduğuna şahit olmuştum birkaç defa. Ağrım geçene kadar örümcekleri
seyretmeyi planlıyordum. Fakat öyle olmadı. Ötedeki buzdolabı durup
dururken kızdı bana. Pencerenin altındaki ufak, gürültülü buzdolabı. Tırnak
makaslarını hep daha çok sevmişimdir buzdolaplarından. Umarsıca uğulduyordu.
Uğultusu gürültüye döndü bir süre sonra. Beynimi yiyen bir gürültüye. Öksürdüm.
Neyi öksürdüysem genzime kaçtı . Ölür gibi oldum ölmedim. Öksürdükçe daha da
ölür gibi oldum. Ama hiç ölmedim. Her nefes öncekinin yarısı kadar geldi. Son
hırıltılı bir öksürüşten sonra derin nefes alabildim. Yastığa biraz safra
sıçramıştı. Üzerine elimi bastırdım, buharlaşsın istedim olmadı. Onu daha geniş
alana yayıp görünmez hale bürüdüm.
Buzdolabı deli gibi bağırmaya devam ediyordu. Kitlenmiş omurlarım bu sese
katlanmam gerektiği hissettirircesine bir ağrı daha sapladı kuyruk sokumuma.
Doğrulmayı düşünmek bile sinirlendirmeye yetiyordu onları. Sol serçe parmağımla
onun yanındaki parmakta uyuştu. Bir tam bacak, iki minik parmak. Parça parça
yok oluyordum. Buzdolabı daha da sinirleniyordu her geçen dakika. Bense her
şeye inat sakindim. Sonra sakin olduğum için kendime kızdım. Hep beraber
kızmaya başladık sonra. Ben buzdolabına küfrediyordum. O bana bağırıyordu.
Arada diskler kuyruk sokumuma ağrı saplayıp uyuşmamış yerlerimi uyuşturuyordu.
Azar azar yok oluyordum. Buzdolabı da öyle. Kurtulmak için tek çaresi vardı.
Oda ben. Ama o bana kızıyordu durmadan. Halbuki diskler oyunbozanlık
etmese tek harekette acısını dindirebilirdim buz dolabının. Tek yapmam gereken
doğrulup yanına kadar yürümek ve kapağını açıp tekrar kapatmaktı. Bu onun için
ızdırapsız bir sekiz saat demekti. Ama orospu çocuğu diskler beni anlamıyordu.
Buzdolabı da öyle.
Sorunu çözemeyeceğimizi fark ettim. Kafamı yastığa gömüp tavanı seyrederken
ufak sarı örümceği kendi ağıyla televizyonun üzerine doğru sarkarken yakaladım.
Düşüncelerimi toparladım. Tehlikeyi sezen bir süper kahraman misali bağırdım.
Yapma dedim. Anlamadı. Daha yüksek sesle yapmaa! dedim. Yine anlamadı. Sonra
dur dedim. Anlamıyordu. Eğer televizyonun tüpüne iniş yaparsan götün
başın yanar dedim. Daha uzun bir cümle olduğundan hiç bir şey anlamadı.
Ölmesi işime gelmezdi. Bu harabede en çok onu seyrederken mutluydum çünkü.
Yavaş yavaş sarkıtıyordu kendini aşağıya. Her hamlesinde içim bir fena
oluyordu. Tost makinesi kokuyordu her yer. Ağzımdaki leş tat daha da leş bir
hal almıştı. Sonra bir şey oldu. Havada asılı kaldı. Perde arasından yansıyan
ışık gücünü toplayıp şiddetini arttırmıştı. Daha geniş alana yayılarak daha
şiddetli yansıdı, aniden. Hem de sarı bacaklı örümceği de etki alanına
alarak. Anlaşılan güneş batmayı beceremiyordu. Suratına vuran ışık
korkuttu sarı bacaklı örümceği. Can havliyle yukarı doğru çekti kendini. Yavaş
yavaş uzun zamanda indiği mesafeyi bir çırpıda geri çıktı. Karanlığa
doğru tırmandı. Işıksız alanda bir süre yansımayı seyretti ve tehlikeli
olmadığına kanaat getirdi. Bu sefer ağın ucuna doğru hızlı bir iniş yaptı ve
televizyonun hemen üzerindeki rafın hizasına kadar durmadı. Ortalama bir
hızla ağ atıp ilerliyordu.
Kenarına indiği raf beyazdı. Üzerinde küflenmiş kitaplar, 4 tane çürük elma
çöpü, bir bardak su,metal bir tas ve birkaç adet ceviz vardı. Cevizlerden biri
aşağıya düşmek üzereydi diğerleri ise kurtlu ve yarısı parçalanmış halde tabağa
daha yakın yerdeydiler. Tam o sırada odanın içi ışıkla doldu. Koyu turuncu
renkli tozların dansına ayak uydurarak, öteye attı kendini hüzme. Dün gece
aralık bıraktığım pencere bir anda açılmış ve güneşe ev içine nüfuz edebilme
şansı doğurmuştu. Parıltı gücünü topladı ve savurdu yeniden odanın içine
kendini. Tamda minik örümceğin suratına doğru dağıldı. Suratına vuran
ışığın ürküttüğü örümcek anlamsız bir şekilde cevizin üzerine doğru koştu. O
ufak cüsseli, 6 altı tane sarı bacağı olan çok gözlü canavar başını aşağı
düşmek üzere olan cevize çarptı ve ceviz raftan televizyonun üzerine düştü. Tek
ses duyuldu. Tek darbeli hitli sesi. Sonra seken bir misketi anımsatarak
kanepenin altına yuvarlandı ses. Bir tık sesi geldi ve ses kesildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder